İnsanı her zaman heyecanlandıran bir şehir...İstanbul (1)
İlk kez lise öğrencisi iken 70'li yıllarda Adana'dan otobüse binip, yolculuk boyunca İstanbul'u görme heyecanından uyuyamadığımı hatırlıyorum.

Yüz yıllar önce Napolyon Bonapart'a 'Dünya Bir Ulus Olsaydı, İstanbul Başkent olurdu' dedirtecek kadar heyecanlandıran İstanbul, bugün de, Avrupa ile Asya’yı birbirinden ayıran değil adeta kültürleri birbirine bağlayan konumu, Boğaz ve Haliç’in denizi ve doğa güzelliği ile yayıldığı yedi tepesindeki daracık sokaklarındaki, Doğu Roma, Bizans, ve Osmanlı İmparatorlukları dönemlerinden kalma, birbirine komşu kiliseleri, Sinagogları, camileri başta olmak üzere, sarayları, kuleleri, konakları, yalıları gibi tarihi yaşatan mimarlık örneklerinin yarattığı atmosferinde çeşitli kültürleri buluşturması, her kıtadan mutfak lezzetlerini tattırmasıyla gelenleri her zaman heyecanlandırmaya devam ediyor.
İlk kez lise öğrencisi iken 70'li yıllarda Adana'dan otobüse binip, yolculuk boyunca İstanbul'u görme heyecanından uyuyamadığımı hatırlıyorum. Harem'de otobüsten inip arabalı vapurla Sirkeci'ye geçip, kalabalığa karışmıştık. Bildiğim kırık İngilizcem ile turistlerle anlaşmaya çalışmış ilk pen friendimi (mektup arkadaşı) İstanbul'da tanıyıp yazışmaya başlamıştım.1982 yılında yedek subaylığımı yaptığım Heybeliada’da 1 yıllık sürede şehir hatları vapurlarının daimi müşterisi olmuş, Boğazında yürüyüşler yapıp, tarihi mekanları ve müzeleri gezmiş, Taksim'den İstiklal Caddesi boyunca yürüyerek Tünel'den Karaköy'e inmiştim. İstanbullu olmuştum. Zaman içinde seyrekleşen İstanbul gezilerim, yerini daha çok televizyonlardan izlemeye dönüşmüştü.
Geçtiğimiz bahar aylarında İstanbul’da yaşamaya başlayan profesyonel turist rehberi dostum Osman Cağaloğlu'nun davetiyle ailecek bir İstanbul gezisi yapmaya karar verdik. İstanbul’un trafiğinin yoğunluğu nedeniyle arabayla gitmeye cesaret edemeyip otobüsle yola koyulduk.
Boğazına yapılan asma köprülerine çıkan yollardaki tıkanmaları, gök yüzünde en yükseğe uzanmak isteyen gökdelenlerin yarıştığı çok katlı binaları, çok hızlı artan nüfusu, trafiğinin yoğunluğunun yaşandığı semtler ve yolları, metrobus'leri, Marmaray’ı, Borsası ile ilgili olumlu olumsuz bütün yazılı basında ve radyo- televizyon kanallarında sürekli izlediğim haberlerin bende yarattığı merak, İstanbul’daki değişiklikleri görme isteğinin, lise yıllarında ilk gidişimdeki kadar olmasa bile, beni heyecanlandırdığını fark ettim.
Gebze'yi geçip İstanbul'a yaklaştığımızı yavaşlayan otobüsten anlamak geç olmadı. Kat sayısını hesaplamanın zor olduğu gökdelenlerin arasından, İstanbul’un trafik haberlerinden aşına olduğumuz Dudullu’da otobüsten inip, servisle Maltepe'ye ulaştık sonunda. Biz de Osman ve kız kardeşi Ülfet gibi Maltepe'li olacaktık bu gezimizde.
Osman’ının bizim için hazırladığı gezi programını akşam yemekte güç bela kısaltıp ilk gezimiz ertesi gün Büyük ada ve Heybeliada'ya anılarıma tazelemeye karar veriyoruz.
Bostancı çevresi değişmiş, büyümüş İskelesinden bindiğimiz şehir hatlarının vapuruyla kıyıdan uzaklaşmaya başladığımızda denizden kıyıda binaların yüksekliği ve yarattığı manzara ortaya çıkıyor. Sanki göğe doğru yükselme yarışına girmişler gibi geldi. Dragos Tepesindeki yeşillik ben varım diyor. Büyükada’ya vardığımızda İskelesinden ada içine doğru yoğun bir kalabalık gözüme çarpıyor. Ortadoğulu ve uzak doğulu her milletten insana rastlamak mümkündü. Faytonun yanında bisiklet kiralayanlar işletmeler hizmet vermeye başlamış. Biz de fayton kuyruğuna girip sıramızı bekliyoruz. Dernek kurulmuş, düzenli ve atlar bir gün çalışıp bir gün dinlendirilecek şekilde çalıştıklarını öğreniyorum, kuyrukta bekleyenleri faytonlara dağıtan görevliden. Ada turunda dinlenen atları otlarken görüyoruz. Ada turuna çıkan bisikletlilerin çokluğu dikkat çekiyor.
Heybeliada'ya geldiğimizde ben anılarıma dalıp, eşim Kenzi'ye, Ülfet'e ve Osman'a askerlik anılarımı dinletiyorum. Rehberimiz Osman susmak zorunda kalıyor, ben rehberliği devralıyorum. Yürüyüş yaptığımız Değirmen Burnu'na götürüyorum grubumuzu. Mesire Yeri haline getirilmiş olduğunu öğreniyorum girişteki görevliden. Burgaz Adasını gösteremiyorum gruba. Biz bitişiğindeki Çoşkun'un çay Bahçesi’ne giriyoruz. Çaylarımız eşliğinde anılarımı anlatmayı sürdürüyorum. Ada’da çay bardağının yanına konulan bir parça limonun konulma alışkanlığının yok olduğunu fark ediyorum. Eski konakların da sayısı azalmış, yelerini beton binalar bırakmış. Vapurla Sirkeci'ye doğru yol alırken Heybeliada anılarımla vedalaşıyorum. Bir balıkçı kayığı selamlıyor fotoğraf çektiğimi görünce. Büyük ada ve Heybeliada satılık konaklar ve evlerin fazlalığını yolculuğun konusu oluyor.
İşte İstanbul'un tarihi yarımadası ve gezilecek yerlerin büyük bir bölümünün olduğu Haliç ve Saray Burnu... Topkapı Sarayı, Ayasofya, Sultan Ahmet Camii Galata Kulesi, Dolmabahçe Sarayı, Boğaz ve köprülerinin büyüleyici manzarası. Karadeniz’e çıkan gemiler, Akdeniz’e inen çeşitli uluslara mensup devasa yük gemileri, büyüklü küçüklü tekneler Haliç'e karşı kıyıya Kadıköy’e Üsküdar’a, Adalar’a doğru, Şirket-i Hayriye’den kalma şehir hatları vapurları, deniz otobüsleri ile boğaz trafiği önümüzde akıp gidiyor. Birbirine o kadar yakın seyir halindeler ki, her an çarpışacaklarmış gibi seyredenleri heyecana sevk ediyor.
Sirkeci'ye inip balık ekmek yemeden olmaz deyip, Eminönü’ne doğru iniyoruz. Galata Köprüsünün ayağında, bana uzak doğu teknelerini andıran, saltanat kayığına benzeyen bir kayığın önünde biz de sıraya giriyoruz. Bir yanda, Akşamın alaca karanlığında Yeni kapı ve Süleymaniye Camileriyle bir İstanbul silueti, diğer yanda Karaköy, Dolmabahçe Sarayı, Galata Kulesi'nin akşamın ışıklarında oluşturduğu muhteşem manzara karşımda. Köprüde üzerindeki oltalardan atılan misineler arasından fotoğraf çekiyorum, balık ekmeği beklerken.
Eminönü'nden vapura bindiğimizde, Kadıköy'e, oradan Maltepe'ye kadar yaklaşık 2 saati bulan, sırasında, rehber kitaplardan İstanbul'un tarihine göz atıyorum.
İstanbul boğazı Çanakkale boğazıyla beraber milattan önce 3.bin’ den itibaren Güney Avrupa ve Anadolu arasında kültürel alışveriş alanında çok önemli rol oynadığını tarihçiler aktarmış. M.Ö 2.bin yıllarındaki Boğazlarda yerleşik Trakya kökenliler üzerindeki Miken uygarlığının etkisi, milattan önce 11/12.yüz yılda Mikenlilerin çöküşüyle yok olur. Dorlar M.Ö 680 'de Haliç’in karşı kıyısına yerleşerek bugünkü Kadıköy yakasında Chalkedon adıyla şehir kurarlar. Tarihçi Herodot’a göre, 10 yıl sonra kolonistlerden bir grup Haliç ile boğaz arasındaki buruna yerleşir. Byzas liderliğindeki bu kavim Delfi'deki kahinlerin tavsiyesine uyarak buraya gelmişler. Bizans adını verdikleri şehirde, Chalkedonlar'a nazaran daha hızlı büyüyerek gelişmişler, Strabona göre de haliç girişindeki bu yeri önceden görüp keşfedemedikleri için 'körler' olarak nitelendirilmişler. Yükselen refahı nedeniyle Bizans Trakyalı göçer kavimler tarafından bir kaç kez yağmalamaya maruz kalır. Bu yüzden şehirin korunması sağlamlaştırılır. Üzerinde, bir yunus üzerinden atlayan ineğin resmedildiği bronz bir sikke Bizans’ın kuruluşu hakkında bilgi verir. Yunus bir limanı ve Poseydona kutsal bağı işaret ederken, İnek boğazı yüzerek geçen inek kılığına girmiş İo'yu gösterir.
Bizans, M.Ö.514-513'te Daryus'un ilgisini çeker ve yan yana dizilen gemilerden oluşan köprü üzerinden Pers ordusu şehrin kuzeyinden boğazı geçer. Sonraki yıllarda Bizans persler ve Greklerle savaşlara karışır. M.Ö 2.yüzyılda ise Romalıların taht kavgaları içinde bulurlar kendilerini. Bu duruma ancak 324 yılında Konstantin son verir ve Bizans şehrini Doğu Romanın başkenti yapar, adını Kontantinopolis olarak değiştirir.11 Mayıs 330 'da şehir kutsanır. Böylece 1000 yıl süren varoluşu boyunca, Hristiyanlığın, roma medeniyeti, sanatı, Helen kültürü ve bir çok doğu unsurlarının orijinal homojen bir oluşuma dönüştüğü bir imparatorluğun temeli atılır. İmparator Justinyan Ayasofya'nın 537 yılında yapılan açılışında, 'Tanrım sana şükürler olsun, böylesine bir eseri tamamlayabildim' dedikten sonra Kudüs’teki Hz. Süleyman mabedini kastederek 'Süleyman seni geçtim 'diye haykırarak, duygularınn yanında heyecanını ifade etmiş.
En parlak dönemine 527-565 yılları arasında Justinyan döneminde ulaşan Bizans imparatorluğunun sınırı, Cebelitarık'tan Perslere, Alplerden Mısır'a uzanıyordu.1071'de Malazgirt'te savaşından Anadolu'nun büyük bir bölümünü kaybetmiş, Selçuklular İznik'e kadar gelmişler.1204 yılında 4.haçlı seferleri sırasında işgal edilen ve yağmalanan Konstantinopel'den değerine paha biçilemeyen sanat eserleri Avrupa'ya götürülmüş, Anadolu'ya hakim olan Osmanlıların kuşatması altına giren Bizans, 29 Mayıs 1453 yılında Fatih Sultan Mehmet'in Konstintonpoles tarafından fethedilmiş daha sonra Konstatinopel adını değiştirerek İstanbul imparatorluğunun başkenti yapmış. Sultanların sarayı haliç ve boğaza uzanan yarımadaya Sarayburnu üzerine kurulmuş. Osmanlı İmparatorluğunun sınırları16.yüzyılda Cezayir'den İran Körfezi, Avusturya'dan Mısır'ı içine alarak 3 kıtaya yayılmış. 17 yüzyıldan itibaren padişahların gücü zayıflamaya başlamış, Balkan isyanları,1878 ve 1912 Ruslar ve Bulgarlar İstanbul surlarına dayanmışlar. Birinci Dünya Savaşında İngiliz ve Fransızların işgaline uğrayan İstanbul, kurtuluş savaşı sonunda 1922'de padişahlık kaldırılmış, 1923'da Atatürk, Anadolu ve Doğu Trakya'yı içine alan Türkiye Cumhuriyetin başkenti Ankara olarak ilan etmiş,1924 halifelik kaldırılmış İstanbul ülkenin ekonomik ve kültürel merkezi olarak önde giden modern metropol haline gelmiştir.
İstanbul bugün, barındırdığı Doğu Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerinden kalan sayısız yapılar, şehrin kurulduğu, kıyaslama yapılmayacak kadar önemli konumu Roma'nın yanında Akdeniz havzasının en önemli ve görülmeye değer şehri olarak kabul edilmekte ve Dünya'nın her yerinden insan heyecanlanmaya çağırıyor..
Üç imparatorluğa başkentlik yapmış, zengin geçmişe sahip, Dünya kentinde ki geziyi bir makaleye sığdırmak mümkün değil. Bu nedenle, İstanbul'un tarihi Yarımadası, Haliç, Boğaz'daki tarih kokan yapılara yaptığım gezi izlenimleri bir sonraki yazıda anlatacağım. Bu vesileyle, Herkese, Bayram Tadında Günler diliyorum.
Önemli haberleri kaçırma!
E-posta bültenine abone ol: