Doğaya sahip çıkmazsak, turizm de dahil hiçbir şeyin sürdürülebilirliği kalmayacak

Uzun yıllardır turizmin içindeyim. Oteller kurdum, yönettim, sayısız misafir ağırladım, nice hikâyeye tanıklık ettim. Eskiden güneşin doğuşunu izlerken içim huzurla dolar, kuş sesleriyle güne başlardım. Ama artık, o sabah sessizliğinde bile duyulmayan bir şey var: doğanın bize sessizce fısıldadığı uyarılar.

Haluk Otçu Haluk Otçu 22/04/2025 14:21
Doğaya sahip çıkmazsak, turizm de dahil hiçbir şeyin sürdürülebilirliği kalmayacak

Uzun yıllardır turizmin içindeyim. Oteller kurdum, yönettim, sayısız misafir ağırladım, nice hikâyeye tanıklık ettim. Eskiden güneşin doğuşunu izlerken içim huzurla dolar, kuş sesleriyle güne başlardım. Ama artık, o sabah sessizliğinde bile duyulmayan bir şey var: Doğanın bize sessizce fısıldadığı uyarılar. İklim değişikliği, artık yalnızca bilim insanlarının laboratuvarlarında konuşulan bir mesele değil. Artık bizim otel mutfağında, resepsiyon masasının arkasında, hatta çamaşırhanede bile gündeme geliyor. Çünkü etkilerini hissediyoruz.

Hava eskisi kadar serinlemiyor, deniz mevsimsiz ısınıyor ve soğuyamıyor, ağaçları bile şaşırmış durumda. Küresel ısınma dediğimiz şey, sadece birkaç derecelik sıcaklık farkı değil; artık bu, doğayı etkileyen, turizm sezonlarını ve rezervasyonları değiştiren bir gerçek. Bir termik santral bir günde yüzbinlerce kilogram CO₂ salarken, gökyüzünde süzülen bir uçağın bir saatlik uçuşta ortalama 6 ton yakıt tükettiğini düşünün.

Çevresel bozulma sadece doğayı değil, destinasyonların cazibesini de tüketiyor

Ortalama bir yolcu için bir saatlik uçuşta salınan CO2 miktarı yaklaşık olarak 90 kg ile 250 kg CO2 eşdeğeri arasında değişebilirken, tüm bir uçağın saatlik salınımı tonlarca olabilir. Petrol ve kömür yakıtlı termik santraller, çimento ve demir çelik fabrikaları, kimyasal endüstri tesisleri, petrol rafinerileri, petrol tesisleri doğamızı fazlasıyla kirletmekteler. Durum böyleyken; dağada yaşayan inek gibi, koyun gibi hayvanlara suç atmak tam anlamıyla kandırmaca veya kendi suçlarını örtbas etmektir. Doğa bu yükü artık kaldıramıyor. Bizler de doğrudan sonuçlarını yaşıyoruz. Hastalıklar, ani ölümler artık hayatın bir gerçeği oldu ve maalesef kabullenildi.

Çevresel bozulma sadece doğayı değil, destinasyonların cazibesini de tüketiyor, Kapadokya, Antalya, Bodrum, Fethiye gibi destinasyonlar en ağır yaraları alanlar. İstanbul'un bina kirliliğini saymıyorum bile.  Kimi zaman doğaya zarar vermemek için yapılmış gibi görünen “yeşil projeler” bile aslında teknolojik tüketim zincirinin bir parçası. Örneğin, bazı sürdürülebilirlik sertifikalarının arkasında karbon ayak izi yüksek dijital altyapılar çalışıyor. Ormanın içine yapılmış bir "eko otel" düşünün; beton dökülmeden önce orada bitkiler vardı, kuşlar vardı, tilkiler vardı. Doğayı korumaya çalışırken, aslında onu tüketiyoruz. Farkında olmadan.

"Dünyada yaşanan ekonomik dalgalanmalar da turizmin belini büküyor"

Tarımda bilinçsizce kullanılan pestisitler ve yoğun kimyasallar sadece toprağı değil, suyu, havayı da zehirliyor. Bu zehirli atıklar, sadece mahsule değil, çevredeki tüm canlılara zarar veriyor. Nehir kenarında kurulan otel eskisi gibi misafirlerine balık tutma keyfini daha az sunuyor; çünkü suda hayat azaldı. Diğer yandan dağların bağrına açılan maden ocakları, vadileri yok ediyor, köyleri susuz bırakıyor. O doğa harikası yürüyüş rotaları, artık hafriyat kamyonlarının gürültüsüyle dolu. Misafir gelmiyor, gelen de bir daha gelmiyor. Turizm doğaya bağımlı ama çoğu zaman en çok onu da doğrudan etkileyen sektör oluyor.

Dünyada yaşanan ekonomik dalgalanmalar da turizmin belini büküyor. Kur farkları, enerji maliyetleri, tedarik zincirindeki kırılmalar, yerli ve yabancı turistin davranışlarını değiştiriyor. Pandemiden sonra başlayan bu kırılganlık, hâlâ tam onarılamadı. Her şeyin fiyatı artarken, konaklama sektörü hizmet kalitesini korumaya çalışıyor. Ama hem yatırımcı hem çalışan hem de misafir açısından bu sürdürülebilir değil. Ekonomik krizler doğrudan olmasa da, dolaylı olarak doğaya da zarar veriyor. Zira azalan kaynak, doğaya daha sert davranmamıza neden oluyor.

"Yoğun ve kontrolsüz turizm hareketleri, destinasyonların taşıma kapasitesini aşıyor"

Yoğun ve kontrolsüz turizm hareketleri, destinasyonların taşıma kapasitesini aşıyor. Yaz aylarında bazı tatil beldelerinde, kanalizasyon sistemleri yetmiyor, atıklar arıtılamadan denize karışıyor. Şehirler gürültü, trafik ve kalabalıkla boğuluyor. Turizmden elde edilen gelir belki artıyor ama doğanın sabrı tükeniyor. “Ne kadar çok turist, o kadar çok kazanç” düşüncesi artık işlemiyor. Doğayı kaybedersek, turisti de kaybederiz. Çünkü o misafir, temiz bir hava ve doğal bir güzellik arıyor artık; lüks odadan çok, doğayla temas etmek istiyor.

Sonuç olarak, teknolojiyi alkışlarken ve turizmi büyütmeye çalışırken, aslında çok temel bir şeyi unutuyoruz: doğa sessizce geri çekiliyor. Onu rakamsal analizlerde değil, sabah serinliğinde, kuş cıvıltısında, toprağın kokusunda fark edersiniz. Ve bir gün, onu kaybettiğimizde, turizmin sadece bir endüstri değil, bir yaşam biçimi olduğunu anlayacağız. Belki de şimdi, bu makaleyi okurken biraz durup etrafa bakmanın tam zamanı. Çünkü doğa, biz konuşurken çoktan cevabını vermeye başladı bile.

Bu satırları yazarken yalnızca otel yöneticisi olarak değil, doğaya borçlu bir insan olarak kaleme aldım. Yıllardır turizmin içinde biri olarak yaşadığım değişimi, hissettiklerimi ve gözlemlerimi profesyonel bir turizmci gözüyle sizlerle paylaşmak istedim. Ne bilim insanıyım, ne akademisyen. Çoğunlukla her gün doğaya bakarak çalışıyorum ve görüyorum ki, eğer ona sahip çıkmazsak, turizm de dahil hiçbir şeyin sürdürülebilirliği kalmayacak.


Önemli haberleri kaçırma!

E-posta bültenine abone ol:

Tüm güncellemelerden e-posta yoluyla haberdar olun.