İstanbul’u Gezmek (3)

İstanbul'u bugün, barındırdığı Doğu Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerinden kalan sayısız yapıların günümüze ulaştırdığı izleri eşliğinde gezdiğim yönleriyle bu makalede anlatmak istiyorum.

Adil Çulhaoğlu Adil Çulhaoğlu 26/07/2018 18:04
İstanbul’u Gezmek (3)

Üsküdar Meydanına ulaştığımızda meydanda yenileme çalışmalarıyla karşılaşıyoruz. Mihrimah Sultan Caminin fotoğrafını trafiğin yoğunluğu nedeniyle güçlükle çekebiliyorum. Şemsi Paşa Cami ve III. Ahmet Çeşmesi denize uzanan bir uçta yer alıyor. Boğazın ve karşı kıyının fotoğrafını çekerken, yıllar öncesine,1994 yılına gidiyorum. Almanya'da bir turizm fuarı sırasında verilen davette masamıza gelen İspanyol müzik grubunun bize gitarlarıyla '

“Üsküdar'a Giderken Aldı Da Bir Yağmur” Dünya listelerine Katibim olarak giren Şarkısını söylediklerini hatırladım. İstanbul'un Üsküdar’ının bir şarkıyla uluslararası tanınırlığına şahit olmuş, sevinmiştik masadaki arkadaşlarla.

Karşı kıyıya denizin üstünden değil, altından geçmek üzere Marmaray’a geliyoruz. Tren hareket edince, vagondan ister istemez pencereye bakıyorum. Bir akvaryumdaki balıkları seyretmek istercesine, gözlerimin bir an balık aradığını fark ettim. Denizin altında sular altında kalma duygusunu yaşamadım da değil. Trenden inip, Sirkeci garının önüne çıkınca, rahatlayıp oh çekiyorum çaktırmadan. Yer üstünde olmak   güzel duygu imiş.

Sirkeci'den Eminönü’ne inip, otobüsle Balat'a doğru yola koyuluyoruz. Osmanlının İstanbul’u almasından sonra, Fatih Sultan Mehmet'in şehirde inanç ve ticaret özgürlüğü ilanıyla 300 yıl boyunca Türk-Rum-Musevi ve çeşitli Avrupalı milletlere mensup insanın yaşam sürdüğü yerlerden biri olmuş Balat. Camileri, kiliseleri, sinagogları, hamamları, hanları, çarşıları, konakları ile geçmişin kozmopolit yaşamından izleri günümüze taşıyan, Balat mimarisinin ayakta kalan örnekleri arasındayız.

Fener Rum Patrikliğinin bulunduğu avluya giriyoruz. Dünya'da 300 milyon inanıyla Ortodoks Hıristiyan Kilisesine 585 yılından beri manevi önderlik eden İstanbul Rum Patrikliği burası. Patriklik kilisesinin yanında Aya Haranlabos Ayazması ve kütüphane yer alıyor. Hz. İsa’nın bağlanıp kamçılandığı taş sütun, Evfemia, Solomone ve Teofano'nun rölyeflerinin bulunduğu 3 lahit, mozaik ikonalar, Patriklik Tahtı, tören haçını barındıran kilise tarihi atmosferi yansıtıyor.

Vodina Caddesinde konaklar arasından ilerleyip, Tahta Minareli Caminin önüne geliyoruz.1458 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan caminin minaresi tahtadan olduğu için bulunduğu mahalleye de adını vermiş.

Pazar yerini gezerken, şarkılara konu olan Agora Meyhanesi karşımıza çıkıyor bizi anılara, şarkıyı mırıldadığımız yıllara götürüyor.

Balat'ın her türden mimari örnekleri sunan daracık sokaklarındaki büyüklü küçüklü kafeler, lokantalar, sanat evleri arasındaki kalabalığa biz de karışıyoruz. Eyüp Sultan'a gitmek için kalabalıktan sıyrılıp, Haliç sahiline iniyoruz.

İstanbul'un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan ilk cami, türbe, imaretten meydana gelen külliyenin bahçesindeyiz. Hz.Muhamed'in yakın dostu ve gazalarındaki bayraktarı Halid bin Zeyd Eba Eyyüp El-Ensari, Emevilerin İstanbul'u kuşatması sırasında şehit olur. Mezarının olduğu yere, Fatih'in hocası Akşemseddin tarafından 1458 yılında türbe yaptırılmış. Zamanla, Eyüp Sultan'ın türbesinin olduğu bölgeye birçok türbe yapılmış.

Eyüp Sultana ulaşan sokaklar ve binalar ile çevresi oldukça bakımlı. Türbeye girmek için kalabalık arasından güçlükle ilerliyoruz. Türbede dua edip çıkarken, içeride kalabalık arasında ilerlemeyi güçleştirenin cep telefonlarıyla çekim yapılmasından kaynaklandığını fark ediyorum. Görevliler yol göstererek, tıkanmanın aşılarak ilerlenmesi için herkese yardımcı oluyorlardı.

Türbede birbirimiz kaybeden bizler, Türkiye'nin her yerinden gelenler ile Ortadoğu ülkelerinde gelen turistlerden oluşan kalabalığın arasından cep telefonu yardımıyla, bahçede buluşuyoruz.

Eminönü’ne dönüp, Baharat kokusu ile tarihi atmosferin oluşturduğu gizemli havayı solumak için Mısır Çarşısında buluyoruz kendimizi. III. Murat'ın eşi Safiye Sultan'ın isteği ile 1597 yılında inşasına başlanmış, IV Murat'ın annesi Hatice Sultan'ın talimatıyla Yeni Camiinin külliyesi olarak 1664 yılında Mimar Mustafa Ağa tarafından tamamlanmış çarşı.

Mısır Çarşısının renkli dünyasından, başka bir renkli dünyaya, Mahmut paşaya, kalabalığa karışıyoruz. Takı malzemeleri, her renkten boncuk ve kolye, doğadaki her türden taştan üretilenler, kısaca  her şeyin bulunabildiği yerde, rengârenk sabunların satıldığı bir vitrin dikkatimi çekiyor. Girişinde yapım tarihi olarak 14.yüzyıl yazan Sabuncu Han'ın girişi burası. Sadece giriş kapısı bugüne orijinal olarak ulaşmış. Okaliptüs, gül yaprağı, elma, ceviz, böğürtlen, ardıç, ananas, sarımsak, ısırgan otu...Kısaca akla gelen her bitkiden ve malzemeden üretilen sabunlar renkli bir dünya sunuyor.

Artık modern İstanbul'u başka bir yönünü keşfe çıkabiliriz deyip, Ortaköy’e varıyoruz. Boğaziçi Köprüsünün önünde Boğaz Turuna çıkan tekneleri ve karşı kıyıları fotoğraflıyorum. İstanbul'da sanat etkinlerinin yoğunlaştığı bir yer olarak ünlendiğini duyduğum Ortaköy'de, sanat evlerinden ziyade, kumpir ve waffel satan yana yana büfeler ve kafeteryalar arasında açılan el sanatları tezgahlarını görüyorum. Kadıköy'deki salı pazarındaki tezgâhları hatırlamadan edemiyorum. Üsküdar'a akan yoğun trafiğin olduğu bulvarla çok katlı lüks binalar arasında uzayan bir alana kurulmuş bir pazar. Apartmanlar arasından kentsel dönüşüme girdiği anlaşılan bir mahallenin kaç katlı yıkık binaları görülebiliyordu.  Eski, yeni eşyaların yanında her türden el sanatı ürünü kolyeler, bilezikler gibi çeşitli takılar da satılıyordu,1Tl'den başlayan fiyatlarla. Bitişiğindeki 1 milyon TL’lik dairelerde yaşamla 1 TL’lik pazar yaşam iç içe geçmiş diye düşündüğümü söylüyorum rehberimiz Osman'a oturduğumuz kafeteryada. Biz de modaya uyarak kumpir ve waffel ısmarlıyoruz., selfi çekmeyi de ihmal etmiyoruz.

Taksim Meydanına çıkmadan, İstiklal Caddesi'nden yürümeden bir İstanbul gezisi tamamlanmaz deyip, Taksim'e otobüsle çıkarken İstanbul'un trafiği ile tanışıyoruz. Lalelerle bezeli saksılarla süslenmiş meydanı geçip İstiklal caddesinin kalabalığına biz de karışıyoruz. İşte Tünel-Taksim arası işleyen tarihi tramvay vagonu, her dönem mimarisini günüme ulaştıran binaları, camileri, sinagogları, kiliseleri, sanat galerileri, susam kokusuyla simite davet eden simitçiler, kestanecileri dönercileri, kafeteryaları, pastaneleri, lokantaları, ayakkabı boyacıları sağa sola inen sokaklar, caddeler, sokak çalgıcıları, müzisyenler ve aşağı yukarı gidip gelenlerin yarattığı büyük kalabalıktan sıyrılıp ününü kaybetmeyen Çiçek Pasajına ulaşıyoruz. Pasajın duvarlarına bir zamanlar unutulmaz anıları yaşatanların posterleri, resimleri asılmış. İşletmeler akşam hazırlığını yapıyorlar. Biz de masa bulup tarihi atmosferi soluyoruz, lezzetler eşliğinde.

Galat Kulesi’ne, ardından Karaköy’e inmek için Galip Dede Caddesine yöneliyoruz. Sanat evi ve kafeleri, küçük lokantalar arasından Galata Mevlevi hanesine geliyoruz.1491 yılında inşaa edilen İstanbul'un en eski Mevlevi hanesinin önündeyiz. Farklı mimariye sahip binalar ve konaklar arasından Galata Kulesinin bulunduğu meydana ulaştığımızda havanın karadığını fark ediyoruz. 61 metre yüksekliği görünce, IV.Murat zamanında kollarına taktığı kanatlarla Üsküdar'a uçan Hazerfen Ahmet Çelebi aklıma geliyor. Meydan ışıl ışıl, her milletten insanın yarattığı cıvıl cıvıl bir atmosfer. Herkes fotoğraf çekiyor.

Karaköy'e indiğimizde, tarihi silueti bozulmamış ticari yapılar arasında buluyorum kendimi. Bankalar Caddesi burası. İstanbul’un en eski ticari semtinden bindiğimiz  vapurda, kendilerini 'vapurdakiler' adlandıran 2 genç müzisyenin yaptığı müzikle Kadıköy'e giderken, İstanbul’un yaşattıkları güzellikleri ve heyecanı yaşamış olmanın tadını çıkarıyordum.

 

 

 

 

 


Önemli haberleri kaçırma!

E-posta bültenine abone ol:

Merak etme spam mailler gelmeyecek.